18 Temmuz 2011 Pazartesi

AŞK HİÇ BİTER Mİ?

Yok, aşk hiç bitmez de bir duraktan ötekine geçerken arada form değiştirir. Çünkü yenisi gelene dek eski aşkın anıları gelene ikram edilecek güzel bir şarap olma yolunda mayalanmaya durur. Sen izin verirsen şayet, zayıf ve yalnız anlarında, sırtını karşılığı bulun(a)mamış beklentilere sürterek kaşınır ve kendini süre...kli kanatır durur… Ta ki yeni bir aşk ufukta görünene dek…

Yeniden aşık olunca, eski aşk işte o zaman sahiden biter. Yenisi başlamıştır çünkü. Gülümseyerek anarsın artık geçmişi; zira kimyan değişmiştir.

Canı hala acırken, yaraları kanarken, kimse gün gelip bitip gidenin yarattığı acıları unutabileceğine inanmaz. Acıdan çok boşluktur derinden zonklayan. Ama sonra aniden, kişisel geçmişinin değerli bir parçası oluverir bu yaşananlar. Seni sen yapan yaşantılar kervanına bir denk daha eklenir; “Kalır bir yastık oyasında, bir dolmuş sırasında…”

Arada sırada anımsanır buruklukla ya da gülümseyerek… Şayet yolu senden geçenlerle yaşadığın şeylerin sana kattıklarından minnettar olabilecek kadar içselleştirebilmişsen bu deneyimi düze çıkarsın. Karşındakine (kendi olma ve mutlu olma hakkını sensiz kullanarak yola devam etti, gönlü değişti ve başka yöne aktı diye) kızmayacak kıvama geldiysen, sen de artık gülümseyerek anabilirsin geçmişi. Unutma, gönlü değişip, gün gelip başka yöne akan sen de olabilirdin. O zaman da bu kadar kanayacak mıydı kalbin?

Peki iki aşk arasında insanın canını bu kadar acıtan nedir?

Karşındakine kendinden çok değer yükleyip, kendi isteklerini göz ardı etmişsen,

Karşındaki mutlu olsun diye “öğrenilmiş” sürü sepet artistik ve zorunlu hareket yapıp, kendin olmaktan vazgeçmişsen,

Duygularını içinde tutup tutup, temiz bir kapanış yapamamış isen,

Karşındakinin fikrini almadan, kendi duygularının şiddeti ile sevdiğin ile ilintili çok fazla beklenti beslemiş isen…

Listeyi sen yaşadıklarına göre uzatabilirsin…

Listeye her yazdığın cümle seninle başlar, seninle biter… Çoğu kere tek kişilik bir serüvendir zira yaşanan… Sende başlayıp yine sende biten…

Aşk bitmez.. İlişkiler biter.

Aşk her daim oradadır. Senin hazır olup, tekrar kapısını çalmanı bekler ve kapıyı çalınca seni (t)aşkınlıkla içeri buyur eder.

Şimdi canın yanıyor diye gün gelip geçeceğine ve tekrar aşkın kapısında kendini buluvereceğine dair ümidi kaybetmemek lazım.

ÇÜNKÜ AŞK HİÇ BİTMEZ…

DETEYLARA DİKKAT EDERSEK...

HAYATIMDA ilk önce 'sev'meyi öğrendim.Çünkü sevdikçe kendimi hissettiğimi öğrendim.
'Affet'menin ne olduğunu anladım ve affetmenin,yeni insanlar kazandırdığını gördüm.
Bir gün geçmişe baktığımda 'pişman'lığımdanüzülmediğimi gördüm,bunları ben yaşadım çünkü. Birisini 'hatır'lamanın aslında ufak bir telefon görüşmesi kadar basit olduğunu biliyorum artık.
Aslında bana 'değer ver'en insanlarda olduğunu anladım.
Birisini kırdıktan sonra 'özür dile'menin,beni ben yaptığını anladım.
'Sen benim için önemlisin'kelimesinin,verebilecek en büyük hediye olduğunu fark ettim.
Bir yerden sonra kelimelerin mana ifade etmediğini biliyorum.
Sahilde yürür ve düşünürken,birinin de beni 'düşün'düğü duygusu beni sevindiriyor.
'Mutlu ol'manın, aslında bir kedinin güzel bir anını yakalamak kadar basit olduğunu anladım.
Kaçırdığım fırsatların bana yeni fırsatlar yarattığını gördüm.
Yıldızların benim için parladığını görmeyen gözlerim,gün geldi hayatımdan kayan yıldızların gömüldüğü maziyi unutması gerektiğini anladım.
Gözlerin,kelimelerden daha önemli olduğu ve yalan söylemediklerini biliyorum.
Hayatımda yanımda görmek istediklerimi yanımda göreceğim,çünkü onların bana değer verdiklerini biliyorum.
Telefonun 160 karakterine, üzüntünün,mutluluğun,sıkıntının,sığdığını gördüm.


YAŞAMIN YAŞAMAYA DEĞER OLDUĞUNU VE İSTERSEM MUTLU OLACAĞIMI ÖĞRENDİM...

GERÇEK SEVGİYE EN İYİ ÖRNEK

KLİNİKTE oldukça yoğun bir sabahtı. . .Saat 08:30'da,tahminen seksen yaşlarında bir adam başparmağındaki dikişleri aldırmak üzere içeri girdi.Çok acele davranması gerektiğini,saat tam 09:00'da bir randevusu olduğunu söyledi.Kendisiyle ilgilenecek olan doktorun yokluğu telaşa vermişti onu.Heyecanını hissetetim ve kendisine,oturmasını söyledim.Çünkü tedavisinin bitmesi ve onun birisini görmesi en azından bir saat sürerdi.
Saatine baktığını görünce,başka bir hastam da olmadığı için yarası ile ben meşgul oldum.Tetkik ettiğimde,yaranın çok güzel iyileştiğini görünce doktorlardan birisine bantları açmasını ve yeniden sarmasını söyledim.Yaranın tedavisi esnasında konuşmaya başladık.Bu kadar acelesi olduğuna göre,bu sabah bir doktorla randevusu olup olmadığını sordum.Bana,"Hayır. . ." dedi.Bakımevine gidip,eşi ile kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi."Eşinizin sıhhati nasıl?"dediğimde bana:"Orada uzun süredir kalıyor.Alzheimer hastalığının bir kurbanı. ."dedi.
Konuşurken yarasını da sarmış oldum ve karısı onu beklerken biraz da geç kalmış olmasından dolayı,"Eşiniz endişe duyar mı?dediğimde,"Beş seneden beri benim kim olduğumu bilmiyor yani beni tanımıyor"dedi.Şaşırmıştım."Sizi tanımadığı halde,yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?"derken,elimi okşayarak gülümsedi.
"O beni tanımıyor ama ben halen onun kim oluduğunu biliyorum..."

..............

Yıllar önceydi, gençtim şimdi-kim-den ve kim-dim ney-dim, her üfürüşte sestim,
bişey oldu sonra bi-şey işte, olmalımıydı yoksa olağanmıydı çözemedim hala,
aşktı sanki, lakin acıtıyordu ! sevinçti - üzüyordu, bi-şeydi yani işte çözemedim ney-di.
Yıllar hızlı geçmiş aslında ama bana durağan gibiydi,
baktım az önce, uyuyordu, çok güzeldi, be...nden di, ben-siz di,
di mi diyordu uyanıkken gözleri, benim di mi ?

Ezan sesleri kaplıyor sabahı, çağırılan ben miyim ?
ben-siz bırakıp ta gideyim ! gidemem ki gidersem ne yapar ?
Uyanınca tatlı rüyalarından, açınca gözlerini, görmek istemez mi?
aramaz mı her gece saçlarını tarayan şu yorgun ellerimi ?
ECRENAŞK demiştik doğduğunda, yaradan dan lütüf idi anlamı.......

HER ŞEY SENDE GİZLİ

Yerin çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;


Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,


Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..


İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN . . .

AŞK ÖZGÜRLÜKTÜR

Aşk yazıları yaz diyorlar. Daha çok okunuyormuş… Öyle siparişle oluyor mu bu işler? Bilemiyorum..Zaten aşk ha diyince yazılabilen bir konu mu ki? Başkasını bilmem ama ben yazamıyorum.
Aşk diyince duruyorum..Her konuda bir sürü laf üretebilen ben, konu aşk’a gelince kelimelerin yetersiz kaldığını hissediyorum. Öyle derin kesen bir konu bu.. Ne desem az ,ne söylesem eksik…  Herkesin aşktan anladığı farklı, herkesin yaşadığı farklı..çok subjektif bir konu… yazılmıyor işte öyle kolay kolay..çıkmıyor..takılıyor..tıkanıyor…
Aşk ne zamana , ne süreye , ne uyuma , ne yaşa başa ne de herhangi bir şeye bağlı ..bağımsız bir duygu.. Bilinçsizce kendimizi özgür bıraktığımız tek alan… Bilinçaltımızın tüm ezberletilmiş kurallara karşı çıkarak bir göz kırpma süresi içinde özgür hissetme, davranma, seçme hakkı tanıyarak bize oynadığı bir oyun… Tüm görüşmelere, yazışmalara, sevişmelere rağmen aslında sadece bir an’da hissettiğimiz... O özgür an’ın çoşkusunun peşinden sürükleniyoruz , tekrarını bekleyerek, arzu ederek… Aslında tüm aşk o bir an’da gizli.. Bu bir söz, bir bakış, bir dokunuş, bir gülümseme, bir duruş velhasıl herhangi bir şey olabilir aşkın kilidini açan. Herkesin ki kendine göre değişken, herkesin ki kendine göre derin…
En uzun ilişkilerin en derin aşklar olması gerekmez, en dip dibe yaşananların da..Belki en uzağınızda olan, belki de çok az konuştuğunuz biri de olabilir o. Eros’un size aşk okunu fırlattığı o an’da, kendinizi her baskıya karşı özgür bıraktığınız o an’da yanınızda olandır. Size tüm dünyaya meydan okuma hissi verebilen, ruhunuzu zincirlerinden kurtarıp kafesinizin kapısını açandır. Kafesinin kapısını açık bulan kuşların bocaladığı gibi bocalamamız bundandır..Kimimiz bildiğimiz yer diyip eşikten özgürlüğe uçmaz, olduğumuz yerde oturur kalırız, kapımız açık..Kimimiz ise bilinmez ama özgür gökyüzüne doğru uçarız, midemizde kelebekler uçuşarak… O kafes ise hep orada bekler bizi,kapısı açık..eninde sonunda oraya döneceğimizi bilerek.. Çok azımız dönmez…
Dönülse de dönülmese de fark etmez. Aşk bir kere kapınızı çaldı mı sizi asla terk etmez. Üzerinden ne kadar geçerse geçsin o an’ın özgür coşkusu ömür boyu size yoldaş olur. Kimi zaman sessizleşir kimi  zaman coşar ama o hep oradadır. Asında özlenen bu çoşkuyu yaşadığınız

DüzenleBİR LAHZA AŞK

Beraber geçen zaman içinde sadece bir an’ın, bir lahza’nın bile olsa gerçek…yaşanan..hissedilen olduğuna   inanabilmek isterdim..An’ı yaşamak demiştin..bırak kendini an’ı yaşa…an’ların birikimi değil mi mutluluk??  Ne dün var ne yarın, ne öncesi ne de sonrası ..sadece o an..o kare..o resim..
Anı denizinin içinde yüzen bir kare’m /iz var mı bilmek isterdim..bilmekten öte inanmak isterdim.. Yoksa hiç kayda bile değmeyen flu karelerin çöpe gittiği gibi çöpe mi gidecek an’ı’larımız..hiç yaşanmamış, hiç olmamışcasına….Oysa ki benim an’larım var..kare’lerim var..hiç biri biz değil ama ben olduğum…sana dokunduğum..yüreğime koyduğum…içimde hissettiğim..derin kestiğim… acıyan..acıtan…ama  bir kare var ki en çok sevdiğim…işte o bir an..bir lahza…seni tümüyle hissettiğim…seni sevdiğim…sana söylemediğim…sustuğum..susacağım…benim olan…bana olan..bana kalan…
Neden sorusu beynimin içini kemiriyor..Neden?? ..neden..?? neden ben?? Benden ne alabilirdi?? Ben ona ne verebilirdim? Ne umdu benden?? Neden beni seçti??  Boş zamanın beraber tüketileceği, vakit geçirilecek  bir oyuncak mı?? Kırılsa da önemi olmayan… tamire bile gerek duymadan direk çöpe atılacaklardan..hem paha da hem mana da değersiz…O  ilk heyecanda olmak istenilen sevgili rolü ben su koymasaydım ne olacaktı acaba?? Sonraları nedense bir türlü bir daha yakalanamayan(bir daha hiç ben’imle kal denilmeyen) ama nedense de tamamen kopulamayan…
Benim canım acıdı… çünkü seni sevdim…her şeye rağmen..herkese karşı…kurallara  aykırı..dünyaya kafa tutarcasına … bir an’lığına bile olsa… tüm imkansızlığınla bir lahza aşk’tın sen… muhtemelen benim yarattığım… gerçekte var olmayan… Benim içim rahat..benim duygularım, duramayışım, duruşum, gelişim, gidişim,gülümsemem içtendi ..sana dokunuşum, seni öpüşüm gerçekti.. ben gerçektim...  Ben oradaydım ve AN’ı yaşadım…

AŞK OLACAKSA EĞER

AŞK olacaksa; her şeye rağmen..herkese rağmen… aykırı..ayrık.. tarifsiz..yek.. tek olanından.. dünyaya meydan okuma cesaretini bulabildiğin..yüreğini mutlulukla kanırtan… gözünü sevda perdesi ile karattığın…sarsan…sarmalayan.. dolu dolu… dolu dizgin cinsin...den..bedeninin her hücresinde sızım sızım hissettiğin… anlaşılmaz… anlamak istemediğin… sadece beyin ve vücut kıvrımlarının tümü ile koşa koşa yaşadığın… hesapsız… varlığı çölünde çiçek açtıran… geçmişi bugünle yıkayan… bugünü yarına bağlamadan an’ı yaşatan… yarının kendiliğinden arzuyla gelen...bittiğinde... bitse bile asla eski sen olmayacağın..bitse bile bu yaşanmışlığın seni hep artıda hissettireceği...bitse bile hatırladıkça yüzüne ince sızı bir gülümseme kondurabilen... aslında en derininde bitmeyen bir AŞK olmalı... yoksa zaman çok değerli boşa harcanmaya....

BU KADAR MI UNUTTUK SEVMEYİ

Bundan birkaç sene evvel bir arkadaşım “ yaa çok ilginç” diyerek kendi bir arkadaşının eşinden ayrıldıktan sonra lise arkadaşı ile evlendiğini anlatmıştı, buna benzer birkaç olayın daha olduğunu ekleyerek.  Buna paralel benim de iki ilkokul arkadaşım senel...Eskiye dönüp yeniden beraberlik yaşayanların çokluğuna bakarsak bu mümkün görünüyor. Buna bir itirazım yok. Üzüldüğüm eski bir zeminleri olmayan yeni tanışmış kişilerin hemen savunmaya geçerek maskelerini takarak, ellerine silahlarını alarak apart’ta beklemeleri. Aslında yaşı kaç olursa olsun herkesin içten bir sevgiyle sarmalanmak doğal bir beklentisi. Bunun karşılıklı saygı, sevgi, güven, hoşgörü ile olabileceğini artık beynimizin her bir kıvrımı ile bilirken bunu bir savaşçı edasıyla karşılamak niye? Bu kadar mı unuttuk içten sevmeyi? Yoksa bu kadar çok mu acıdı canımız??Çağımızın beynimize pompaladığı “hızlı tüketim” olgusunun ruhlarımızı lime lime ederek yırttığı bu devirde, gençliğimizin henüz bu çarka girmemiş duru ilişkilerine dönerek yitirilmiş saflığımızı bulmak istiyoruz çoğumuz.. Acıların, kayıpların, kazıkların sivrilttiği köşelerimizin artık kendimize bile batıp acıttığı noktaya geldiğimizde ruhu yozlaşmamış kişilerle ari aşklar yaşayıp arınmak istiyoruz. Zemzem suyuyla yıkanmış gibi arınmış, pürüzsüz,lekesiz  kalmak istiyoruz. Yeniden başlamak… Yeniden umutla bakmak… Bu sefer darbe nereden gelecek demeden tekrar güvenebilmek… Duygularına ket vurmak zorunda kalmadan dolu dolu yaşamak…Buna karşılık ilk defa tanıştığım birisinin “ bir kadın bulursam uzaklaşacağım buralardan “ demesine şahit oluyorum. “Kadın” kelimesi öyle bir tonlama ile çıkıyor ki ağzından ben temizlikçi kadın sanıyorum!!!  Saygıdan yoksun, aşağılarcasına… Nitekim konuşmanın ilerleyen saatlerinde bu algıda yanılmadığımı anlıyorum. İstediği yardımcı bir bayan değil ama kadınlara bakış açısı öyle. Dolayısı ile ilişkileri de öyle. Sonuçta mutsuz bir adam… Bu yaşadığımı şaşkınlıkla aklına güvendiğim bir erkek arkadaşımla paylaştığımda hiç şaşırmıyor.  Kendi çevresindeki bütün evli, evsiz arkadaşlarının da aynı bakış açısında olduğunu söylüyor. Uzun evlilik yıllarından sonra bir kenarda çocuklarının annesi olarak saygı duymaktan başka bir şey yapmak istemedikleri bir kadınla ite kaka bir oyun sergilendiğini anlatıyor.” İyi oyuncular mutlu evlilik oyunları oynayabiliyorlar, kötüler ise ayrılıyor. Artık kimse seneler evvel severek, aşık olarak evlendiği o insanla bir şeyler paylaşmak istemiyor. Seneler içinde iş, çocuk, hayat mücadelesi derken duygular yıpranıyor, insan bencilleşiyor. Benimle uğraşmasın da ne yaparsa yapsın modunda aynı çatı altında iki ayrı insan olarak yaşanıyor çoğu evde . Gözlemlediğim bu kadın için de böyle.“  diyerek “ bu kadar yorgunluktan, bezginlikten sonra yaşanan yeni ilişkilerde seks ana öge oluyor.” diyor. Bir süreliğine her şeyden uzaklaşıp bedene hormon pompalayarak hayata tutunma hali… Velhasıl birbirlerinin bedenlerinde anlık sahte mutluluklar yaşayarak ruhlarındaki yaralara merhem bulmaya çalışan kocaman bir mutsuz kadın ve erkek ordusu.. Duygudan uzak…Yüzlerdeki “bencil” maskelerin altına saklanmış yalnız, sevgiye,şefkate aç ruhlar.Bir de kendilerinden yaşça epey ufak erkeklerle ilişki yaşayan kadınlar duyuyorum etrafta..Her şeye rağmen..aykırı..Hoş kendilerinden epeyce yaş ufak kadınlarla ilişki yaşayan erkeklerde tonla ama onların ki malum..zaten aykırı falan da değil, ilginç hiç değil..Benim ilgimi topluma, alışkanlıklara, öğretilere karşı gelerek bu ilişkinin peşinde dimdik koşan kadınlar çekiyor daha çok..Kendilerini genç hissetmek istemek mi ana dürtü yoksa aradıkları saf duygular mı ? Hani daha yaşanmışlıkların kirletmediği türden, içtenliğine inanıp kendini “özel” hissettiren türden olanı.. Her ne kadar çoğunluk genç hissetmek” diyecekse de ben bir kadın olarak nedense “saf duygu arayışı”ndan yana kullanıyorum seçimimi. Kendini sevdiği tarafından eşsiz..özel..yek…tek hissetmenin bir kadın için ne kadar önemli olduğunu bildiğimden ,ancak böylesi bir duygunun kadını dünyaya meydan okutabileceğini düşündüğümden…er sonra birbirimizi bulduğumuzda birbirlerini bulup evlendiler. Eşinden ayrıldıktan sonra senelerce kimselerle kendini rahat hissetmeyen başka bir arkadaşım da lise yıllarında yan sınıfta okuyan sadece adını bildiği kızı geçtiğimiz yıllarda Cumhuriyet mitinglerinde yanında buluvermişti. Onlar da evlendiler. Evlilikle sonlanmasa bile yaşanan yıpratıcı ayrılıklardan sonra eskiye, geriye dönerek eski sevgililerini arayan, tekrar sevgili olan, olamayan bir çok örnek daha var bildiğim, duyduğum. “Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı” lafı da hikaye oldu anlaşılan.

............

... yaşamak için herkese bir sebep gerekir.nasıl bir sebep olduğu önemli değildir ki;belki sevgi,belki vefa,belki hırs veya belki de intikam.sabah olup uyanınca nefes almak için bir anlam gerekir insana.bir nefes almak önemli değildir,önemli olan,aldığın nefesi geri verebilmek ve yenisini almaktır hem de defalarca...hiç ölmeyecekmiş ...evet,bir sebep gerekir yarına uyanmak için ve eğer sebebi yoksa insanın,uyanmak için o zaman fazladan cesarete ihtiyacı vardır insanın.gibi yaşar sebebi olan.hayata bağlanmak güzeldir onun için,başarılı olmaya giden yolun başlangıcıdır bir sebebe sahip olmak.çoğu bu edimi kavrayamamıştır,kavrayanların çoğu da habersizdir kendilerinden.

BEZ BEBEK

Sevgi otel odasından içeri girip etrafına şöyle bir bakındı. Kiri göstermemesi için buklet, kırçıllı gri halıyla kaplı , saten görünümlü aynı renk perde ve yatak örtüsü  ile özelliği olmayan sıradan, kişiliksiz bir odaydı.Gülümsedi. Odanın hiçbir yere aidiyet duygusu vermeyen, içinden geçmiş binlerce insanın öyküsünü sır gibi saklayan steril havası Sevgi’de kendi hikayesini de baştan istediği gibi yazabileceği hissi uyandırdı.
Sekiz senelik , her gününü kocası için ne anlam taşıdığını sorgulayarak geçirdiği ikinci evliliğini iki senelik zorlu bir mücadeleden sonra yeni bitirmişti. Tükenmişlik hissi ile doğumundan beri kızı için her kuruşunu özenle biriktirdiği paradan harcamaya kıymış ve içinde kalan son yaşam filizini yeşertmek umuduyla  Paris’e gelmişti.
Paris’in kozmopolit, cıvıl cıvıl havasını seviyordu.Her yerde Fransız kolonilerden gelme siyahiler, her türlü kılık kıyafet ve saç stilinde insanlar, dünyanın bilumum yerlerinden gelmiş turistlerle karşılaşabilirdi insan. Kimseyi tanımadığı, kimsenin de kendini tanımadığı yerlerde hep rahat ederdi Sevgi. Bu cümbüşün içinde göze batmadan  kendi olabilmenin huzuruyla sokağa bıraktı kendini.Otelden çıkınca akşam serinliğinin başladığını hissetti. Hafif üşümesine rağmen egzos kokusunun karıştığı bahar havasını içine çekerek otelin yakınındaki bir bulvara saptı. Bulvar boyunca sıra sıra mağazalar, restoranlar, cafeler vardı. Karnı henüz acıkmadığından dükkanlara baka baka yürümeğe karar verdi. İlk önce bir ayakkabı mağazası.  Lüks kırtasiye ürünleri satan bir mağaza, erkek giyim mağazası, bir turizm acentası. Vitrinde ki afişlere baktı. Her iki kocasıyla da hiç istediği gibi bir tatile gitmediklerini düşündü içi sızlayarak. Nadiren gidilmiş bir iki tatilde hep onların istedikleri yerlere olmuş, Sevgi huzursuzluk çıkarmamak adına hep uyum sağlamıştı. Huyu böyleydi, böyle eğitilmişti.
Bir oyuncak mağazasının önünde durdu. Evde onu bekleyen hayatındaki tek anlamlı varlık olan kızına belki bu dükkandan bir şey alabilirdi yarın. “ Ne alabilirim? “ diye vitrini incelerken birden dondu kaldı.  Önde duran porselen bebeklerin arkasına saklanmış, sarı bukle saçlı ,kırmızı şapkalı ,çiçek desenli kırmızı bir elbise giydirilmiş el yapımı bez bebeği gördü. Üzerindeki elbise farklı olmasaydı kendi çocukluğunun kırmızı şapkalı bebeği diyebilirdi!
O kapkaranlık, hayalet gölgelerle dolu sandık odasını hatırladı. Annesinin ameliyat nedeni ile İstanbul’a gitmesi gerektiğinde onu anneannesine bırakmışlardı. Evde fazla oda olmadığından eşyalarla dolu, zorla bir yatağın sıkıştırıldığı penceresiz , havasız  odayı vermişlerdi ona.  Sevgi , yurt dışında yaşayan babasının ona getirdiği bez bebeğe sarılıp gözlerini sımsıkı kapardı geceleri,canavara dönüşen eşyaların hışmından korkarak.
Arkadaşları arasında tek boşanmış anne babaya sahip çocuk olarak kendisini farklı hissederdi herkesten. Bir parçası eksik, tamamlanmamış gibi. Onların evlerine gittiğinde ailecek oturulan sofralarda kendisi aykırı kalırdı sanki. Hayatı boyunca hiç öyle bir sofraları olmamıştı ki!  O zamanlar ara ara kendilerine kalmaya gelen annesinin arkadaşı Kazım Abi ile de hiç böyle sıcak olmazdı sofraları zaten. Bir akşam Kazım Abi’den “sofradan kalkabilir miyim?” diye sormadan kalktığı için yediği tokattan sonra  ise onun her gelişi, her kalışı bir kabusa dönüşmüştü Sevgi için. Tokattan ziyade annesinin bu olay karşısında sessiz kalması acıtmıştı canını daha çok. Annesinin seçimi Sevgi’yi yok sayma pahasına Kazım Abi’den yana olmuştu.  Bir de Kazım Abi annesini ” Sen ne biçim çocuk yetiştiriyorsun?” diye azarlamıştı . Annesi suskun, Sevgi ise annesinin bu zayıflığı karşısında şaşkındı. O günden sonra annesinin azarlanmaması için Sevgi , içi huzursuz ve kırgın, her hareketine dikkat etmişti , annesinin gönlünde Kazım Abi’ye kaptırdığı tahta yeniden oturabilme umuduyla.
 Bir sabah uykunun şefkatli kollarından ayrılma tereddütü ile uyur uyanık yatarken çalan telefon sesiyle iyice sıyrıldı uykusundan. Telefona cevap veren anneannesinin “ evet düğün bu akşam, Kalyon Otel’de. Biz bu gün öğlen uçağıyla gideceğiz” dediğini duyduğunda kaskatı kesildi. Anneannesinin “ Ayten-Kazım Akyol Kalyon Otel dediniz mi gelir telgraf. Tabii ki söylerim. Neyse Sevgi uyanmadan kapatalım, onun haberi yok” demesiyle içinde kızgınlık, kırgınlık barındıran öfke ile yatağından fırladı. Anneannesinin karşısına geçip hayal kırıklığının yuttuğu kısık bir sesle “ne oluyor? Kim evleniyor? Neyi ben bilmiyorum? “ diye ard arda sorular sorarken alacağı cevabı çoktan biliyordu halbuki. Anneannesi onu sakinleştirmeye çalışarak “ annen evleniyor, söylemişti ya”  dedi. Son bir güçle bulduğu sesiyle  “neden ben bilmiyorum, neden ben gitmiyorum? “ diye  avaz avaz bağırdı, göz yaşlarını umutsuzca içinde tutmaya çalışarak. “ Senin orada olman uygun olmaz” demişti anneannesi. Gerisini duymamıştı bile. “uygun olmaz, uygun olmaz”.Sadece bu cümle çınlıyordu beyninde. Annesini aradı. Annesi de lafı dolandırarak  “uygun olmadığını” söyledi ağlayarak. “Bana söyleseydin anlardım, mutluluklar dilerim” diyerek kapattı telefonu Sevgi. Hayatı boyunca zaman zaman kendisini yoklayacak değersizlik, istenmemezlik, çaresizlik hissi o zaman  demir atmıştı ruhuna. Görünmeme, yok olma , geri planda kalma gereği ise mezar taşı gibi dikilmişti başına.Tek sırdaşı kırmızı şapkalı  bebeğine sarılıp ağladı saatlerce.
Annesi onu İstanbul’a yanına aldığında da durum değişmemiş, Sevgi’yi yatılı okula vermişlerdi hemen. Zengin,tanınmış bir aileye gelin giden annesi , çocuklu boşanmış bir kadın olduğu için aile tarafından hiç evlenmemiş biricik oğullarına uygun bir gelin olarak görülmemişti. Onun kızı Sevgi ise hiçbir zaman çocuk veya torun statüsünde görülmemiş, aileden sayılmamıştı. Sevgi ise her zaman her yerde “uygunsuz” olduğu duygusu ile savaşmış, ne evliliklerinde ne de iş hayatında bir yere sığamamıştı.
Vitrinin önünde ne kadar durduğunu bilemedi. Kendi gözyaşlarına karışmış serpiştirmeye başlayan yağmuru hissetti teninde. Hayata tek tutunma nedeni olan kızını düşündü. O annesi gibi olmayacak hep kızını seçecekti..

HER İNSAN KENDİ IŞIĞI İLE DOĞAR

“Kimi insan ışığı ile beraber doğuyor” dedi arkadaşım Muş doğumlu 23 yaşındaki dans hocasının  hikayesini anlatırken. Doğru dürüst okumadığı için bir tanıdıklarının açtığı dans okuluna hademelik yapsın diye verilen çocuk , bu gün elinde iki laptop ve çizelgelerle verdiği özel ve grup derslerini organize etmeye çalışan başarılı bir dans hocası. Seneler evvel geldikleri İstanbul’da  yerleştikleri semtin dışına adım atmamış, Taksim’i bile görmemiş bir anne babanın , kendi gelenek ve görenekleri, adetleri, töreleriyle yoğrulmuş bir ailenin oğlu olduğu düşünülürse gerçekten “ışıklı” doğmuş olmalı diye düşünüyor insan…
Çok etkileyici bir hikaye anlatılan ama nedense ben hikayenin ışıltılı koridorlarında ilerlerken arkadaşımla beraber, onun “kimi insan ışığı ile beraber doğuyor” yorumundan sonra ayrılıyorum hikayeden… “Kimi insan da karanlığı ile beraber mi doğuyor yoksa?”  diye geçiyor aklımdan. Ne yaparsa yapsın bir türlü aydınlığa ulaşamayan, aslında belki de ulaşmak istemeyen, ulaşsa bile aydınlıkta ne yapacağını bilemeyen, karanlık dehlizlerin insanları var yaşamda. Yaşamları üst üste gelen talihsizliklerle dolu, iyi yaşanan birkaç günün bile bir sonra başa gelebilecek şanssızlığın tedirgin bekleyişi ile gölgelenen insanlar…
Başka bir arkadaşım ise herkesin aslında ışığı ile beraber doğduğunu ama  zamanla yaşananlardan parlamayı unuttuğunu söyledi. “ Işık hep orada ama fark etmek lazım “ dedi. Bana daha yakın geliyor bu düşünce. Doğduğumuz andan itibaren günümüzün çok bilmiş ebeveynleri  ki bende bunlardan biriyim, çevre , toplum gibi dış etkenlerle bir kılıfa sokuluyoruz. Bize biçilen elbise ile büyüyoruz. Bazen bol bazen de dar geliyor bu elbiseler. Bol gelirse üstümüze otursun diye çabaladıkça çabalıyoruz, dar gelirse de bir sıkıntı ki sorma gitsin. Oradan çekiştiriyorsun olmuyor, buradan çekiştiriyorsun oturmuyor. Hep bir yer açık..Nadiren insanın üstüne tam oturuyorlar.. Yetişkin olduğumuzda kütüphanemizde onlarca kişisel gelişim kitabı, o psikolog senin, bu anti-depresan benim ,reiki, yaşam koçluğu , doğru nefes alma teknikleri vs kursları onun dolanıp duruyoruz. Baktık olmuyor eskiden Allah’a havale ederdik şimdilerde ise moda evrene havale etmek. Evren’e isteklerimizi gönderdikçe gönderiyoruz..Aman dikkat evrene gönderirken mesajını cümleni düzgün kuracaksın.Sonra mazallah yanlış anlar, yanlış yollar evren sana isteğini..Sonra bekle dur..Gönderdin ya isteğini sen bir şey yapma, o yapacaktır bir ara nasıl olsa!
Velhasıl hep bir yerlerden medet umma durumu..Halbuki “ışık” kendi içimizde..Onu bizden başka kimsenin bulması, parlatması,yakması mümkün değil.. Hani Mevlana’nın bir sözü vardır “ sen ne anlatırsan anlat karşıdakinin anladığı kadardır “. Şu kişisel gelişim kitaplarını da okurken gene kendimiz kadar anlıyoruz aslında. Biz o an neredeysek ne kadarsak o kadar verebiliyor kitap bize..Belki zaten bildiğimize bir farkındalık yaratıyor ama o kadar işte. Ha bu da bir şey..Tamam kabul.  Demem o ki  iş kendimizde bitiyor. Kendimizi bilmek, kendimizi kabul etmek, kendimizi sevmekle başlıyor her şey. Murathan Mungan “ Bunaldım kendisiyle boğuşmasını başkasında çözmeye çalışan insanlardan “ diyerek ne güzel özetlemiş durumu. Kendimizi sevip kabul ettikçe ışığımızın kendiliğinden parlayacağına, enerjimizin tavan yapacağına inanıyorum ben. Bu noktaya gelebildik mi gerisi de kendiliğinden gelecektir nasıl olsa.

BEN DE VARIM...

Troleybüsün camından gördüğü beyaz spor arabaya binen genç kadınla genç adama bakakaldı Sevgi. Belki ancak birkaç saniye süren ama ona bir ömürmüş gibi gelen, troleybüsün o manzaranın yanından geçiş süresince gözünü kırpmadan baktı o ikiliye. Gözü kadının yüzündeki ifadeye takıldı daha çok. O yüzü hiç böylesine mutlu görmemişti. Büyük bir gürültü ile düşüp patlayan yüreğinin vücudunun her bir zerresine saplanan parçacıklarını hissetti en derininde. Hiç bir şey söylemedi… Kendini koca dünyanın ortasında yapayalnız hissettiği o anda, Ayşe Teyze’nin eline daha da sıkı yapıştı sadece.
Bir seyahat acentasında çalışan annesi sık sık hafta sonları tura çıkar ve Sevgi’yi Ayşe Teyze’yle bırakırdı. Ayşe Teyze evlerinde çalışan yardımcı hanımdı. Böyle zamanlarda Ayşe Teyze onu alır ve gecekondu mahallesinde kızı Sema ile beraber yaşadığı tek gözlü evine götürürdü. Sevgi kendisinden dört yaş büyük, saçı her zaman yandan iki örgülü,  asık suratlı Sema ile oynamak ister ama Sema evlerine ara sıra davetsiz gelen bu misafirden hoşnutsuz, onunla oynamazdı. Eve her geldiğinde eşyalara bile sinmiş rutubet kokusu Sevgi’yi irkiltir ama ilerleyen saatlerde bu kokuya alışırdı. Evin yanına sonradan eklenerek yapılmış küçücük mutfaktaki tel dolap, taş musluğun üzerindeki ahşap raflığa dizilmiş üç-beş tabak ve piknik tüpünden ocak Sevgi’ye kendisini okulda okuttukları Kemalettin Tuğcu hikayelerinde gibi hissettirirdi. Her gelişinde kendini bir hikayenin kahramanı olarak hayal eder  ve iki günlük bu kalışların bir an evvel bitmesi için dua ederdi. En sevmediği ise soğuk evin ortasında leğenin içinde Ayşe Teyze tarafından Sema’nın gözü önünde titreyerek yıkanmaktı. Hoş Ayşe Teyze’de kendisine emanet edilen bu çocuğu hasta etmemek için aceleyle bir an evvel yıkayıp çıkarmaya bakardı ama gene de sevmezdi işte.
Babası yurtdışında çalıştığı için annesi ile iki kişilik bir hayatları vardı. Annesinin para kazanmak için gittiği bu hafta sonları turlarını, bu süreçte niye anneannesi dedesiyle değil de Ayşe Teyze ile kaldığını hiç sorgulamazdı. Babasının senede sadece bir kere yazın gelip onu alıp Almanya’ya götürürken niye annesinin onlarla hiç gelmediğini, anneanne ve dedesinin niye kendilerini hiç ziyaret etmediklerini de sorgulamazdı. Daha dokuz yaşındaydı ve ona sunulan bu yaşam biçimi onun gerçeği idi. Başka türlüsünü bilemeyecek kadar küçüktü. Ailenin tüm fertlerinden uzak sadece annesiyle kurduğu bu küçük dünyada annesi onun her şeyi idi. En çokta annesinin yol ortasında kimsenin bakışlarına aldırmayarak” el ele kol kola” tekerlemesini söyleyerek kendisiyle beraber hoplayıp zıplamasını severdi. Küçücük yaşlardan beri yollarda yaptıkları bu oyunu artık yaşı büyümesine rağmen ara sıra annesinden ister, annesi de onu hiç kırmazdı. Annesinin insanların garip bakışlarına rağmen kendisini mutlu etmek adına yapmaktan çekinmediği bu oyunda hem annesinin dünyaya meydan okuyan cesaretini hem de kendisini her şeyden üstün tutan sevgisini hissederdi. Kısacık süren bu oyunun kendisine verdiği önemsenme ve öncelikli olma hissini devam ettirme adına “bir daha, bir daha” diye annesine yalvarır, enerjileri tükeninceye kadar sokaklarda hoplaya zıplaya giderlerdi.
Annesini Kapadokya turunda bilirken kendisi ile aynı şehirde hiç tanımadığı bir adamla, yüzünde hiç görmediği kadar bir mutluluk ifadesi ile arabaya binerken görmek Sevgi’de şaşkınlıktan ziyade değersizlik duygusu oluşturmuştu. Bir anda tüm dünyaya olan inancını yitirmiş, kendini silinmeye bile değer bulunmayan bir toz zerresi kadar küçücük hissetmişti. Neye daha çok kırıldığını ne o gün ne de daha sonraları hiç bilemedi. Tüm dünyası olan annesinin ona yalan söylemesine mi yoksa annesinin yüzünde gördüğü o mutluluk ifadesini kendisinin onun yüzüne hiç konduramamış olmasına mı? Hiç bir şeyi sorgulamadığı gibi bunu da sorgulamadı. Ne annesiyle bu konuyla ilgili yüzleşti ne de herhangi bir kimseye bu konudan bahsetti. İliklerine kadar saplanmış değersizlik parçacıklarıyla beraber yaşama bedeline rağmen sadece sustu. Güven ise sadece beş harfli bir kelimeydi artık Sevgi için.
Yirmili yaşlarda elinde küçücük bir çocukla tek başına hayat mücadelesine giren genç bir kadının sevme, sevilme ve korunma gereksinimini anlaması yıllarını alacaktı. Onun o anda tek istediği kendi varlığına, kişiliğine saygı duyulup beraber yaşanılan bu hayatta alınan kararların, atılan adımların kendisi ile paylaşılıp, bu ortak yaşama kendisinin de duyguları ve düşünceleri ile katılma hakkı tanınmasıydı. Çocukluğunda kendisine tanınmayan bu hakkı bir öğreti olarak alan Sevgi gelecekte de yapacağı başarısız evliliklerde duygu ve düşüncelerini kendine saklayacak, her iki evliliğinde de eşlerinin isteklerini, kararlarını sorgusuz sualsiz uygulayacaktı. İçindeki isyan bayraklarının dalgalanıp “bende varım” diyebilmesi ise çok ama çok zaman sonra olacaktı…

AYNA AYNA SÖYLE BANA

Saat  geceyarısı…Masada ki kahkahalar yavaşca uzaklaşıyor.. Bitmiş rakı bardakları ve içilmiş kahveler gecenin sonuna doğru yaklaşıldığının habercisi.. Birazdan herkes birbiri ile vedalaşıp evlerinin yolunu tutacak.. Kalbimin gümbür gümbür atan sesini duyuyorum.. Bir sıkıntı giriyor içime..Nefes alamıyorum.. Gene de gülümsüyorum etrafa… Konuşmuyorum, dinler gibi yapıyorum ama dinlediğim aslında iç sesim..  Yorgunum … Eve gidip direk yatağa atasım var kendimi ama ya uyuyamazsam..Ya gecenin karanlığında gümbür gümbür atan kalbim benim kendisine eşlik etmemi isterse…Evet kalkılıyor işte… Birazdan istinasız her gece sessizliğe çevirdiğim anahtarımla yalnız yaşadığım evimin kapısını açacağım… Boğulacak gibi oluyorum…Eve gitmek istemiyorum..
 Kimi insanlar vardır, yalnız kalamazlar…Yalnız kaldıkları zaman kendileri ile konuşan iç seslerinden Azrail’in sesiymiş gibi ürkerler..Kalpleri sıkışır, gözleri kararır..O sesi duymamak adına “program” adı altında başka başka sesler sokarlar hayatlarına..Bu kişilerin çevreleri kalabalık, ajandaları her daim doludur.. Durmadan çalar telefonları..Sürekli yüreklerinde bir yastık bir dünyadan öbür dünyaya koşturup dururlar, kendi dünyalarını teğet geçerek..
Oysa bir insanın en iyi arkadaşı, dostu kendisidir. Kendisini en iyi anlayacak, en acımasızca eleştirecek, yanlış yaptığında uyaracak, sevincine en içten ortak olacak, kederini en derinden paylaşacak kendisidir. Kimse sizi sizden iyi anlayamaz..Herkesin iç bileşenleri birbirinden farklıdır. Herkesin yaşadıkları, bu yaşananlardan çıkarımları kendine özgüdür. Genel geçer doğrular olabilmesine karşın alt açılımları incelenirse muhakkak ki kişiye bağlı farklılıklar görülür. Çoğumuz yaşamışızdır; bir sevincimizi veya derdimizi paylaşmak adına bir dostumuzu ararız. Bir heyecan anlatır,  saatlerce konuşur ama görüşme bittiğinde bir tatminsizlik duygusu ile baş başa kalırız. Döner bir başkasını ararız, sil baştan bir daha anlatırız..Bu böyle uzar gider..Ancak kendi içimizde olayı sindirip kategorileştirebildiğimiz zaman sakinler, huzura ereriz.
Tabii ki insanın dostları olmalı..Gerçek dostlar kendimizle ilgili algı karmaşası yaşadığımız zamanlarda bize en iyi ayna tutan, yorulduğumuzda bizi ayakta tutan, dünyaya farklı renklerle bakabilmemizi sağlayan en kadim kişiler..Onlarsız bir dünya düşünemiyorum..Onlar hayatımızın rengi, kır bahçemizin çiçekleri… Allah eksikliklerini göstermesin.. Son dönemde yaşadığım büyük sıkıntıyı dostlarım olmadan nasıl atlatırdım bilemiyorum.. Hepsinin varlığı ve yanımda duruşları için kendimi ne kadar şanslı hissediyorum anlatamam.. Onlar kendilerini bilirler..Hepinize binlerce teşekkür dostlar..
Ancak bize kendimizin en doğrusunu söyleyebilecek, ruhumuzun derinliklerini kendimize yansıtabilecek , belki acımasızca ama dürüstçe içimizdeki kötüyü yüzümüze vurup onunla yüzleşmemizi sağlayabilecek gene kendi aynamızdır. En iyi niyetli halimize, tüm dürüstlüğümüze rağmen dostlarımızın bize tutacağı ayna bizim onda ki yansımamızın bize geri yansıması olacaktır. Biz istemesek bile yaşam bize bir maske yakıştırır. İşinde başarılı bir kişinin veya hayatını ailesine adamış bir kişinin veya dünyayı umursamaz görünen bir kişinin iç dünyasında nerelerde gezindiğini , bu rolleri hangi ruh hallerinin üzerine inşa ettiğini pek çoğumuz bilemeyiz. Hatta kendimiz bile kendimize bu rollere bürünürken esas motifin ne olduğunu itiraf etmekte, kabullenmekte zorlanırız. Ruhumuzun en dibine saklanmış o karanlık kutuyu ellemek, kapağını açmak istemeyiz. Çünkü o kutuyu açmak kendimizin en zayıf, en kötü tarafı ile yüzleşmek anlamına gelebilir. Bundan kaçınırız.
Kendi aynamıza bakmaktan kaçınmak bizi belki istemediğimiz, belki olmadığımız bir yapının içine sürükleyebilir. İnsanoğlu sürekli bir değişim halinde olduğundan ara ara da olsa kendi kendimizle kalıp aynamızla yarenlik edip, derin bir sohbet tutturmak bize iyi gelir. Nerede olduğumuzu, nerede olmak istediğimizi, nereden nereye geldiğimizi, korkularımızı, arzularımızı bize hatırlatır, yeni hedeflar koymamıza yardımcı olur. Çoğunlukla da  o güne kadar fark etmediğimiz kuvvetli , değişik bir yanımızı bize gösterir. Belki hep var olan, belki de son gelinen noktadan sonra gelişen.. Fark etmez…Önemli olan bu yönümüzün varlığı ve bunun fark edilip hayata geçirilmesidir. Bundan kaçınmak kendimizden kaçınmaktır.